Keşfet

Pensacola’nın mega kilisesinin karizmatik pastörü Dwayne “The Rocket” Rockwell, vaaz sırasında Tanrı’dan gelen bir işaretle “kutsal su parkı” inşa etmeye karar verir. Para toplamak için kilise fonlarını kullanır ama 14 milyon dolar bir gecede kaybolur. Meğer parayı Karayipli bir kripto dolandırıcıyla striper partisinde harcamıştır. Artık hem FBI, hem cemaat, hem de şeytan çıkarma uzmanı eski karısı peşindedir. Pastor Dwayne kaçarken yanına aldığı tek şey: kilisenin kutsal yılanı Ezekiel ve 1994 model bir Corvette. 10 bölüm boyunca Florida’yı baştan başa katederken her durakta yeni bir günah işler ve her seferinde “Tanrı beni affeder, ben onun favori Florida Man’iyim” der. Finalde su parkı gerçekten açılır ama ilk kaydıraktan inen kişi Ezekiel olur ve kaos başlar.

Onlar “barbar”dı; Roma’nın gözünde medeniyet dışı, kaba, yok edilmesi gereken bir tehdit. Ama aslında zincire vurulmuş köleler, toprakları yağmalanmış kabileler ve unutulmuş halklardı. Barbarians Rising, dokuz bölümlük destansı yolculuğunda bize şu soruyu soruyor: Bir imparatorluk ne kadar güçlü olursa olsun, insan ruhu özgürlük için ne kadar ileri gidebilir? Spartaküs’ün gladyatör isyanından Arminius’un Teutoburg Ormanı’ndaki katliamına, Boudica’nın Londra’yı yaktığı öfke dolu intikamından Alarik’in Roma kapılarına dayandığı o son darbeye kadar… Her bölüm, bir kahramanın gözünden Roma’ya karşı verilen amansız savaşı anlatıyor. Tarih, kazananlar tarafından yazılır derler; bu dizi ise kaybedenlerin, yani “barbarların” sesini yükseltiyor. Ve o ses, hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor.

2025 yapımı Unmasked (Teurigeo), Seulun yayıncılık dünyasının kaotik koridorlarında geçen, gazetecilik etiğini sorgulayan bir komedi-gerilim şöleni. Trigger adlı soruşturmacı programın iptal eşiğindeki ekibi, güçlü sponsorları kızdıran bir raporun bedelini öderken, 20 yıllık bir ünlü kayboluş vakasına sarılıyor. Lider Oh So-ryongun (Kim Hye-soo) amansız azmi, acemi Han Donun (Jung Sung-il) tuhaf zekası ve Kang Gi-honun (Joo Jong-hyuk) teknolojik dehası, skandallar ve ihanetlerle dolu bir macerayı ateşliyor. Dizi, esprili diyaloglar ve gerilim dolu soruşturmalarla, haber mi yoksa roman mı? sorusunu izleyiciye fırlatıyor – adaletin bedeliyle dolu, bağımlılık yaratan bir K-drama klasiği.

2020 Unsolved Mysteriesin ilk sezonu, çözülemeyen gizemlerin duygusal ve ürkütücü dünyasına kapı aralıyor. Baltimoreda bir adamın otelinden düşerek ölümü, bir annenin kayboluşu ve unutulmuş bir seri katil davası gibi altı vaka, polis dosyalarından yola çıkarak izleyiciyi şaşırtıyor. Her bölüm, ailelerin gözyaşları, uzman analizleri ve paranormal iddialarla zenginleşirken, Ya olursa? sorusunu sürekli sorduruyor. Bu belgesel, sadece korku değil, umut ve kapanış arzusunu da işleyerek, izleyicileri kendi araştırmalarına teşvik ediyor – tam bir modern gizem şöleni.

Halkın güven puanıyla güçlenen süper insanlarının rekabet ettiği distopik bir evrende, The Johnnies gibi renkli ekipler ve hayalet kılıç ustaları gibi yalnız kurtlar, zirveye ulaşmak için kaderlerini riske atar. To Be Hero serisinin üçüncü halkası olan bu donghua, 2D ve 3D animasyon karışımıyla her arcta farklı bir üslup sunarken, aile sırları, ihanetler ve kahraman olmanın bedelini derinlemesine işliyor. Bilibili ve Aniplex ortaklığındaki bu başyapıt, Crunchyrollda yayınlanarak 2025in en yenilikçi animelerinden biri haline geliyor; hem aksiyon hem de felsefi katmanlarıyla izleyiciyi büyülüyor.

Cleddau Köprüsünün gölgesinde başlayan bir kabus: Pembroke Dockun ıssız ormanlarında bulunan ceset, iki deneyimli dedektifi –Ffion ve eski aşığı Ricki– geçmişin hayaletleriyle yüzleşmeye zorluyor. Cinayet, kasabanın derinliklerindeki yozlaşmayı gün yüzüne çıkarırken, sahte hayatlar, okul baskınları ve bodrumlardaki hesaplaşmalarla dolu bu Welsh noir, aşkın en karanlık yüzünü irdeliyor. Elen Rhys ve Richard Harringtonın manyetik performanslarıyla canlanan hikaye, S4Cnin geleneğini bozmadan, duygusal karmaşa ve polisiye heyecanı dengeliyor. Altı bölümde, bir katilin izini sürerken asıl soru şu: Bazıları kaçmayı başarırsa, geriye kalanlar neyi feda eder?

Kretase’nin son 6 milyon yılını beş farklı habitatta (kıyı, çöl, tatlı su, buz dünyası ve orman) gezegenin en ikonik yaratıklarıyla geçirdiğimiz bu Apple TV+ yapımı, dinozorları “canavar” değil, gerçek hayvan gibi gösteriyor. Bir baba Tyrannosaurus’un bebeklerini korumak için dev bir kaplumbağayı avladığı dramatik anlardan, Velociraptorların karlı ormanda tilki gibi kurnazca avlandığı sahnelerine, Ammonitlerin renk değiştirerek çiftleştiği büyüleyici gece çekimlerinden, yeni doğmuş sauropodların volkanik patlamadan kaçışına kadar her bölüm bölüm ayrı bir doğa mucizesi izliyoruz. Hans Zimmer’in epik müzikleri ve Attenborough’un efsane anlatımıyla, tarih öncesi dünya hiç bu kadar canlı ve duygusal gelmemişti.

Nairobi’nin kaotik sokaklarından, Masai köylerinin kızıl topraklarına uzanan absürt bir macera: Three Idiots in Kenya! İşsiz güçsüz üç arkadaş; her şeye burnunu sokan Job, sürekli yalan yanlış planlar yapan Mike ve hiçbir şeyden anlamayıp her şeye “Eeasy peasy!” diye dalan Crazy Dave, bir WhatsApp mesajıyla hayatlarının fırsatını yakaladıklarını sanıyor: “Kenya’da terk edilmiş bir elmas madeni!” Fakat Kenya onları bambaşka bir oyun alanına davet eder: Yanlışlıkla kutsal bir bufalo avına katılırlar, büyücü bir nineyle “lanet” pazarlığı yaparlar, bir düğünde damadı kaçırırlar ve turist sanılıp reality show yıldızı olurlar. Her bölümde daha büyük bir bela, daha saçma bir plan ve daha çok kahkaha! Altın mı bulacaklar, yoksa kendilerini mi kaybedecekler? Bir şey kesin: Bu üç ahmak Kenya’yı bir daha asla aynı bırakmayacak!

2024’ün en karanlık ve seksi İngiliz dizisi Domino Day, adını taşıyan genç cadı Domino’nun (Siena Kelly) hem avcı hem kurban olduğu bir dünyaya davet ediyor. O bir “enerji cadısı”: Dokunduğu veya öptüğü erkeklerin yaşam gücünü emiyor ve bu onu hayatta tutuyor. Günümüzün yalnızlık uygulaması Tinder, onun için mükemmel av sahası. Ama her randevu bir ceset, her öpücük bir vicdan azabı bırakıyor. Tam “Artık duracağım” dediği anda, yüzyıllardır cadıları avlayan gizli bir konseyin radarına giriyor. Üstelik konseyin lideri, Domino’nun uzun zamandır kayıp sandığı büyükannesinin ta kendisi… Kendi türünün hem en güçlü hem en yalnız üyesi olan Domino, artık sadece hayatta kalmak için değil, kim olduğunu ve neden bu lanetle doğduğunu anlamak için savaşmak zorunda. Six bölüm boyunca aşk, cinsellik, suçluluk ve büyüyle dolu bu kara peri masalı, “Bir canavar olabilirim ama hâlâ insan olmak istiyorum” çığlığı atıyor.

Amerika’nın güneyinde kaybolmak çok kolaydır; çünkü kimse gerçekten bakmıyordur. Missing: Dead or Alive? dört gerçek vakayı, polis vücut kameraları, 911 kayıtları ve ailelerin cep telefonu görüntüleriyle yeniden inşa ediyor. Bir genç anne sabah işine giderken kaybolur, bir adam evinin birkaç adım ötesinde yutulur, bir başkası gece kulübünden çıkınca buhar olur. Şerif departmanları ya çok az adamla çalışıyor ya da “muhtemelen kendi gitti” diyerek dosyayı kapatmaya hazır. Ama kamera yalan söylemez: Saatler geçtikçe umut azalır, dedektiflerin sesi titrer, anneler çığlık atar. Dizi süslemez, dramatize etmez; sadece gösterir. Ve en korkunç olanı: Bazı vakalar hâlâ çözülmemiştir. İzleyiciyi karanlık bir soruyla baş başa bırakır: O kayıp kişi sen olsan, gerçekten biri arar mıydı?

Will, sadece bir viral video yüzünden “tehlikeli” damgası yer ve annesi tarafından zorla Bel-Air’e sürgün edilir. Burada onu bekleyen şey, kuzenleri Hilary’nin influencer mükemmeliyeti, Carlton’ın kokain destekli özgüven krizleri ve Ashley’nin henüz kirlenmemiş merakıdır. Amca Philip, siyah bir adam olarak sistemin içinde yükselmenin bedelini çoktan ödemiştir; Will ise o bedeli ödemeyi reddeder. İki farklı siyahlık anlayışı çarpışır: Biri hayatta kalmak için eğilir, diğeri asla. Will, Bel-Air Akademisi’nin ırkçı koridorlarında, polis profillemesinde ve sosyal medyanın acımasız lincesinde hem düşman kazanır hem de beklenmedik müttefikler bulur. Ama en büyük savaş içeridedir: Philly’den getirdiği öfke ile yeni dünyada öğrenmek zorunda olduğu sessiz öfke arasında sıkışır. Bel-Air 2022, bir gencin “yeni bir başlangıç” sandığı yerde aslında kendini ve ailesini tamamen yok etme hikâyesidir. Prestij dramı tadında, rahatsız edici derecede gerçek.

Hidden Assets, aslında bir “aile dramı” gibi başlayan ama yavaş yavaş uluslararası suç bataklığına dönüşen acımasız bir İrlandalı-Belçikalı gerilim. Emer Berry: Beş yıl önce kaybettiği kardeşinin acısını hâlâ içinde taşıyan, fazla inatçı bir Garda dedektifi. Christian De Jong: Antwerp’in en parlak elmas taciri, dışarıdan mükemmel bir baba, içeriden ise kimsenin tam olarak çözemediği bir canavar. İkisinin yolları, İrlanda’da patlayan küçük bir araba bombası ve Belçika’da kaybolan birkaç sandık ham elmasla kesişiyor. Emer ne kadar derine inerse, kendi ailesinin geçmişindeki karanlık bağlantılar da o kadar gün yüzüne çıkıyor. Para değil, intikam değil; mesele “kimin neyi ne kadar saklayabildiği”. Acorn TV ve RTÉ’nin ortak yapımı bu dizi, “The Bureau”nun soğukkanlılığını “Mare of Easttown”ın insan kokan acısıyla birleştiriyor. İkinci sezonu 2023’te bitti, üçüncü sezon hâlâ belirsiz… ama dosya kapanmış gibi durmuyor.

Torontonun Etobicoke semtinde, göçmen bir ailenin hayatta kalma mücadelesi: The Office Movers, Jermaine ve Trevaunn Richards kardeşlerin kendi babalarının taşıma şirketinden esinlenerek yarattığı, duygusal derinliği komediyle örten bir dizi. Everett Saunders, babasının onayını kazanmak için Shazam Movingi ayakta tutmaya çalışan idealist bir oğul; kardeşi Eric ise her şeyi kolay yoldan halletmek isteyen pragmatik bir asi. Şirketleri batma noktasındayken gelen global bir satın alma teklifi, kardeşleri hem aile bağlarını hem de hayallerini sorgulatıyor. Bölümlerde, yüksek riskli taşınma işleri sırasında eski yaralar açılıyor: Babayla yüzleşme, ekip üyelerinin sadakatsizliği, hatta bir taşınma sırasında ortaya çıkan unutulmaz bir eski aşk sürprizi. Mockumentary kamerası altında, Kanadanın Karayip kökenli topluluklarının günlük kaosunu yakalayan bu 2024 yapımı, sadece güldürmekle kalmıyor; aile mirasının yükünü, kardeşlik rekabetini ve satıp kaçma hayalini dokunaklı bir şekilde işliyor. İlk sezon 6 bölümle bitti, ama yenilenme haberiyle umutlar taşıma kamyonu gibi dolu dolu devam ediyor.

2012-2014 yılları arasında yayınlanan “Lilyhammer”, bir Amerikan mafya üyesinin Norveç’in küçücük Lillehammer kasabasında yeniden doğuş hikâyesini anlatıyor. Steven Van Zandt’in canlandırdığı Frank “The Fixer” Tagliano, tanık koruma programı sayesinde New York’un kaotik sokaklarından, 1994 Kış Olimpiyatları’nın yapıldığı huzurlu (!) Norveç kasabasına ışınlanıyor. Frank burada hem eski alışkanlıklarını (rüşvet, tehdit, şiddet) sürdürüyor hem de refah devleti, eşitlikçi toplum, çevre bilinci ve “janteloven” gibi İskandinav kurallarıyla çarpışıyor. Dizi, balıkçı teknelerinden gece kulüplerine, NAV ofislerinden kurt sürülerine uzanan absürt ama bir o kadar gerçekçi bir kültür çatışması portresi çiziyor. Kara komedi ile suç dramasını Norveç fiyortlarının soğuğuyla harmanlayan, türünün tek örneği bir yapım.

Dizi, izleyiciyi sürekli ters köşeye yatıran yapısıyla, öldürülen adamın gerçekten bir kurban mı yoksa yıllardır insanlara zarar veren bir manipülatör mü olduğu sorusuyla oynar. Cinayetin ardından açılan soruşturma, Hale’in yakın çevresinin sırlarını teker teker açığa çıkarır: İhanetler, gizli ilişkiler, karaborsa anlaşmalar ve kapalı kapılar ardında süren bir güç savaşı… Olay örgüsü genişledikçe, cinayeti çözmek yerine daha fazla şüpheli ortaya çıkar. “He Had It Coming”, adaletin sınırlarını, ahlaki gri alanları ve intikamın farklı yüzlerini psikolojik bir gerilim atmosferinde anlatır.

Summerwaterda, İskoçyanın ıslak ve sisli bir tatil beldesinde, çeşitli ailelerin kesişen hikayeleri üzerinden modern yalnızlık ve toplumsal baskılar inceleniyor. Her kulübe, geçmiş travmaların ve günlük ihanetlerin bir sığınağıyken, ani bir trajedi tüm dengeleri altüst ediyor. Dougray Scott ve Shirley Henderson gibi yıldızların canlandırdığı karakterler, kaçış arayışında boğulurken, dizi unutulmaz bir şekilde soruyor: Tatil, gerçekten özgürlük mü yoksa sadece ertelemeler mi?

Bunny Munro güzel kadınları, ucuz losyonları ve kendi yalanlarını satarak hayatta kalan bir adamdır. Karısı asılı bulunduğunda, içinde bir şey kopar ama o bunu kabul etmek yerine arabasına atlar ve oğluyla birlikte sonsuz bir kaçışa başlar. Küçük Bunny Jr., kırmızı gözlüklerinin ardında babasının ruhundaki şeytanı gören tek kişidir. Yol boyunca karşılaştıkları her kadın, Bunny’nin hem arzusu hem de lanetidir; sanki her temas bir öncekini silmek, her sevişme karısının hayaletini biraz daha uzaklaştırmak içindir. Ama ölüm, boynuzlu bir figür olarak arabanın dikiz aynasında belirir ve Bunny’yi takip eder. Bu, bir adamın kendi günahlarıyla yüzleşmek yerine onları oğluyla birlikte sonsuz bir otoyola gömmeye çalıştığı, hem iğrenç hem de acıklı bir modern mitolojidir. Sonunda Bunny anlar ki, kaçtığı şey ne karısının ölümü ne de şeytandır; kaçtığı şey, bir babalık yapamamanın dayanılmaz ağırlığıdır.

Sonbahar yağmurları, Kinder Reservoirun sularını taşırırken, göl kenarında yarı gömülü bir ceset su yüzüne vurur: Ellerinde eski bir madenci rozeti, boğazında Peak Districtin efsanevi kara sisinin izleri. Ben Cooper, cesedin babasının eski grev dosyalarından birine işaret ettiğini fark eder – 1984ün maden facialarının intikamı mı? Diane Fry, soruşturmayı kişisel bir tuzağa dönüştürür; çünkü kurban, Fryın Birminghamdaki çocukluk travmasını bilen tek adamdır. Kasabanın eski madencileri susarken, ikili ormanın derinliklerinde bir av başlar: Cooper, yerel sadakatle boğuşur; Fry ise duygularını bastırıp gerçeği kovalarken kırılır. Yağmur dinerken anlaşılan şudur ki, bazı gölgeler suda yansımaz – onlar, kalbin dibinde bekler ve her an yükselebilir.

Bazı kahramanlar doğmaz, kazara oluşur. Zedelenmiş bir deniz kaptanı şeytani bir patrona borçlanır. Bir lavanta bağlı tiefling, yalnızlığını saklamak için sürekli şaka yapar. Savaşın küllerinden kaçan bir büyücü, geçmişini yakmaya çalışır. İmparatorluk için casusluk yapan bir keşiş, kendi zincirlerini kırmaya karar verir. Ve geri kalanlar… onlar da en az bunun kadar kırık ve tehlikelidir. Birlikte sadece “Mighty Nein” adını alırlar çünkü “dokuz” demek Nehrolice’de “hayır” demektir; ve bu ekip, tanrılara, krallara, kaderin kendisine karşı sürekli “hayır” diyen bir grup uyumsuzdan ibarettir. Wildemount’un en karanlık sırlarını açığa çıkarırken, en büyük düşmanlarının kendi travmaları olduğunu keşfedecekler. Critical Role’un efsanevi ikinci kampanyası, Prime Video’da animasyon olarak geri dönüyor: Daha karanlık, daha komik, daha duygusal ve tamamen durdurulamaz. The Mighty Nein geliyor. Ve hayır, gitmenize izin vermeyecekler.

İstanbulun kalabalık sokaklarından Wall Streetin ışıltılı koridorlarına uzanan Sekizinci Aile, Basmacıgil ailesinin güç savaşlarını ustalıkla işleyen bir kara komedi. Yoksulluktan sıyrılıp tekstil imparatorluğu kuran aile reisi Halit, mirasını korumak için çocuklarını birbirine karşı kışkırtırken, geçmişten gelen karanlık sırlar su yüzüne çıkıyor. Hazal Kayanın canlandırdığı hırslı Deniz, babasının tahtını devirmek için ittifaklar kurarken, Ercan Kesalın gizemli danışmanı rolündeki karakter aileye sızan bir casus mu yoksa sadık bir müttefik mi? Ali Atayın yönetmenliğinde her bölümde dönen entrikalar, Güç her şeyi affettirir mi? sorusunu hem güldürerek hem düşündürerek yanıtlıyor – bir aile dramasının en absürt hali.

Ortaçağ İngilteresinin sisli kıyılarında, kaderin ipleri Harold Godwinson ve William Normandiyalının ellerinde düğümlenir. Harold, kraliyet sarayının entrikalarında yükselen bir kahraman olarak, tahtı gasp eden tehditlere karşı ailesini siper ederken, William ise Normandiyanın demir yumruğuyla Avrupanın en güçlü krallarını dize getirir. Kraliçe Edwardın vasiyetiyle başlayan bu zincirleme felaket, Haroldı kuzeyden gelen Viking fırtınasıyla yüzleştirirken, Williamı gizli yeminler ve sadakatsiz müttefiklerle sınar. Sevgilileri Edith ve Matildanın gölgesinde, bu iki lider arasında doğan kırılgan dostluk, hırsın zehriyle bozulur. Sekiz bölümlük bu tarihi başyapıt, 1066nın unutulmaz çarpışmasını yeniden canlandırarak, zaferin ardındaki trajediyi ve bir imparatorluğun doğuşunu nefes kesici sahnelerle anlatıyor – tarih, galip yazar, ama yaralar sonsuza dek kalır.

O, bir markiz… Ama aslında bir hayatta kalma sanatçısı. Çocukluğunda yaşadığı ihanetler yüzünden kalbinin kapılarını sonsuza dek kilittiren Marquise de Merteuil, artık duyguları bir silah gibi kullanmaktadır. Her gülümsemesinin ardında bir hesap, her gözyaşının ardında bir plan vardır. Genç bir kızın saflığını yok etmek, eski bir aşığın gururunu kırmak ve bütün bir aristokrasinin ikiyüzlülüğünü ortaya sermek için giriştiği bu tehlikeli oyun, sonunda kendi yaralarını yeniden kanatacaktır. Merteuil, ne kurban ne de şeytan; sadece kendi kurallarını yazmaya çalışan bir kadın. Bu çarpıcı dizi, “Tehlikeli İlişkiler”in en karmaşık ve en büyüleyici karakterini mercek altına alıyor ve bize soruyor: Gerçek özgürlük, başkalarını yok etmek midir, yoksa kendini affetmek mi?

Sakin suların altında yatan fırtına: Rhys Owen, 1995teki baraj patlamasında kuzeninin ölümünden suçlu bulunup hapis yatar, ama özgürlüğüne kavuştuğunda, 2025in endüstriyel hırsları onu eski düşmanlarıyla yüzleştirir. Bir gazeteci stajyeri, terör etiketinin ötesinde yatan aile sırlarını ve politik entrikaları araştırırken, Rhysin dönüşü kasabayı kaosa sürükler. Su gibi durgun görünen bir hayatın, derinlerdeki dalgalarla nasıl yıkıcı hale geleceğini anlatan, duygusal ve sürükleyici bir mini dizi.

Nicole Watterson, evde biriken faturalar ve aile kaosu yüzünden stres patlaması yaşar ve gizli bir süper güç ortaya çıkar: Öfkeyle her şeyi kontrol edebilen Süper Anne moduna girer. Gumball ve Darwin, annelerini kahraman olarak pazarlayıp para kazanma hayali kurar, ama Nicoleun gücü kontrolden çıkar; marketi yeniden düzenler, komşuları korkutur ve Elmoreu mükemmel bir kasabaya dönüştürmeye kalkar. Richard yanlışlıkla gücü tetikler ve kaos büyür: Uçan arabalar, dans eden sokak lambaları! Aile, Nicoleu sakinleştirmek için absürt bir plan yapar – bir spa günüyle. Bölüm, Nicoleun Güç güzel ama ailem daha güçlü! diyerek normale dönmesiyle sona erer, bol kahkaha ve aile bağlarıyla dolu.

2012 Meksikasındaki gerçek bir piyango dolandırıcılığından uyarlanan dizi, hayatlarının dönüm noktasında bir araya gelen bir grup yabancının hikâyesini konu ediyor. Borç batağındaki bir aile babası, hırslı bir mühendis ve şanssız bir genç kadın gibi farklı geçmişlerden gelen kahramanlar, devasa Melate ödülünü manipüle etmek için riskli bir komploya girişiyor. Plan kusursuz görünürken, vicdan muhasebesi, sadakat testleri ve kaçınılmaz ihanetler her şeyi altüst ediyor. Suç, dram ve absürt mizahın iç içe geçtiği Me Late Que Sí, Zenginlik gerçekten mutluluk getirir mi? sorusunu acı bir gülümsemeyle izleyiciye bırakıyor.

The Crystal Cuckoo, zaman yolculuğunun ve insan hırsının kesiştiği nefes kesici bir bilimkurgu-gizem dizisi. 2045 yılında, genç bir mucit olan Arin, ailesinin terk edilmiş laboratuvarında “Kristal Kuğu” adında esrarengiz bir cihaz keşfeder. Bu cihaz, yalnızca birkaç saniyelik zaman sıçramalarına izin verse de, Arin’in hayatındaki trajedileri değiştirmek için bir umut ışığı olur. Ancak her sıçrama, beklenmedik sonuçlar doğurur ve Arin, kendisini gizli bir örgütün hedefi haline getirir. Kristalin kökeni ve gerçek gücü ortaya çıktıkça, Arin hem evrenin kırılgan dengesini hem de kendi aklını korumak için savaşmak zorundadır. The Crystal Cuckoo, zekice yazılmış senaryosu ve derin karakterleriyle izleyiciyi büyüleyen bir hikaye sunuyor.

Malice, bir ailenin parçalanmış bağlarını ve geçmişin gölgelerini mercek altına alan etkileyici bir dram-gizem dizisi. İstanbul’un gri sokaklarında geçen hikayede, ünlü bir avukat olan Mert, yıllar önce kaybolan kız kardeşinin izini sürerken kendini karanlık bir komplonun ortasında bulur. Kız kardeşinin kayboluşuyla bağlantılı görünen bir dizi esrarengiz olay, Mert’i hem kendi ailesinin sırlarıyla hem de şehrin elit tabakasının kirli oyunlarıyla yüzleşmeye zorlar. Her bölüm, yeni bir sırrın perdesini aralarken, Mert’in adalet arayışı onu kendi ahlaki sınırlarını sorgulamaya iter. Malice, duygusal derinlik ve sürprizlerle dolu bir anlatımla izleyiciyi büyülüyor.

Eski Afganistan gazisi Lana, bombaları etkisiz hale getirirken kendi içindeki patlamaları bastırmaya çalışıyor. Dizide, Expo adlı gizemli bir terör hücresi Londrayı hedef alırken, her cihaz bir bulmaca, her ipucu bir tuzak oluyor. Aksiyon sahnelerinin gerçekçiliğiyle öne çıkan Trigger Point, psikolojik gerilimi ve beklenmedik ihanetleri bir araya getirerek, bir sonraki patlama ne zaman? sorusunu izleyicinin aklından çıkarmıyor.

Tremembé, sadece bir hapishane dizisi değil, medya tarafından canavar ilan edilen kadınların, demir parmaklıklar ardındaki karmaşık iç dünyasına bir bakış sunuyor. Dışarıdaki dünya tarafından hüküm giymiş olsalar bile, bu kadınlar cezaevinde kendilerine yeni bir hayat kurmak zorundadırlar. Gençlik suçlusu Suzane, eşini öldüren sosyetik Elize ve diğerleri; aynı koğuşta, geçmişlerinin ağırlığı ve halkın sürekli ilgisi altında yaşamaktadır. Bir yandan gardiyanlarla ve hapishane kurallarıyla mücadele ederken, bir yandan da aralarındaki kişisel anlaşmazlıklar, aşk ve nefret döngüsüne dönüşerek cezaevini içinden çıkılmaz bir drama alanına çevirir. Dizi, bu mahkumların korkunç eylemlerinin insani nedenlerini (ya da nedenlerinin yokluğunu) araştırmaya cesaret ederek, suç, ceza ve kamuoyu yargısı arasındaki ince çizgiyi sorguluyor. Tremembé, Brezilyanın en kötü şöhretli suç davalarının arkasındaki kadınların, kapalı bir alanda geçen yoğun ve kışkırtıcı hikayesidir.

Liseye ait derin bir travmanın gölgesinde, Yağmur Fırtınası Katili lakaplı Li Jen-yao (Tseng Jing-hua), yıllar sonra bir dizi cinayeti itiraf ederek polise teslim olur. Medyanın ilgisini çeken bu soğukkanlı katilin tek gizemi, cinayetlerin ardındaki motivasyonu saklamasıdır. Bu sır perdesi, Chou Pin-yu (Chiang Chi) adında bir belgesel asistanının Jen-yao ile röportaj yapmaya başlamasıyla aralanır. Pin-yu, Jen-yaonun katı kabuğunun altında, Chiang Hsiao-tung (Moon Lee) adında, Jen-yaonun gençlik yıllarındaki trajik ilk aşkıyla bağlantılı bir geçmiş olduğunu keşfeder. Pin-yunun rüyaları giderek katilin geçmişiyle ve Hsiao-tungun gölgesiyle dolmaya başlar. Bu rüyalar, karanlık bir okul dönemi aşk hikayesini, zorbalığı ve geri döndürülemez bir suçu gözler önüne serer. Dizi, masumiyetten şeytani bir karanlığa geçişin hikayesini anlatırken, Pin-yuyu hem katile hem de kurbanlara karşı karmaşık duygusal bir yolculuğa çıkarır. Eğer Güneşi Görmeseydim, iyileşmenin imkansız olduğu yaraların ve affetmenin bedelinin ne kadar ağır olabileceğinin izini sürüyor.

Başkent Delhinin kaotik sokaklarında, korkunç bir suçun izini süren polis ekibi, yolsuzluk, önyargı ve bitmek bilmeyen yorgunlukla yüzleşir. Vartika Chaturvedinin liderliğindeki ekip, şüphelileri Uttar Pradeshten Rajasthana uzanan bir kovalamacada takip ederken, kişisel hayatları da paramparça olur. Richie Mehta imzalı bu gerilim dolu yapım, gerçek olaylara dayalı kurgusuyla adalet sisteminin kırılganlığını ve insan ruhunun dayanıklılığını ustalıkla yansıtır, izleyiciyi soluksuz bırakır.

Geleceğin Kopenhagında, bodycamler her nefesi kaydeden bir gözetim cehennemi hüküm sürer. Smilla Jaspersen, Grönland kökenli bir genetikçi olarak, Isaiah adlı minik komşusunun gizemli ölümünden sonra uykusuz gecelere gömülür. Çocuğun çatıyı terk etmeden önceki korku dolu izleri, Smillanın karla ilgili doğuştan gelen sezgisini tetikler – bir bilimsel yetenek mi, yoksa atalarının fısıltısı mı? Soruşturması, hırslı girişimci Torkun kirli işleri ve sağcı politikacı Claussenin entrikalarıyla kesişir. Grönlanda uzanan yolculukta, Smilla buzulların derinliklerinde eski bir salgının izlerini ve modern sömürgeciliğin maskesini keşfeder. Altı bölümlük bu distopik gerilim, adalet arayışını mitik bir hayatta kalma mücadelesine dönüştürerek, karın beyaz yalanlarını sorgulatır.

2049 Londra’su: İnsanlar artık “Duygu Avı” adlı yasadışı bir oyunda birbirlerinin korkularını satın alır. Avcılar, kurbanların bilinçaltına girip en karanlık anılarını çalar; en değerli korku ise “Beast” – herkesin içinde uyuyan ilkel vahşet. Eski bir dedektif olan Jonah Creed, kızının kayboluşunu çözmek için bu oyuna girer. Her bölümde Jonah, bir kurbanın zihnine dalar: Biri çocukken işlediği yangını, diğeri savaşta yediği eti görür. Ama Beast, Jonah’ın kendi anılarında da uyanır – meğer kızı, oyunun kurucusuymuş. Dizi, neonla aydınlanan zihin koridorlarında ilerlerken, insan olmanın bedelini sorar: Korkularını satarsan, ruhunu kim geri alır?

Edo dönemi bitti, ama ruhu ölmedi. 2077’de, Japonya’nın mega-kentlerinde “Samuray Konseyi” hâlâ kanun koyuyor; ancak kılıç yerine blockchain, onur yerine NFT’ler konuşuluyor. Konseyin en genç üyesi Hana, babasının gizemli ölümünden sonra “Son Samuray” unvanını kazanmak zorunda kalıyor. Turnuva, sanal gerçeklik katmanlarıyla dolu: Bir rakip, tarihî bir daimyō’nun avatarını kullanıyor; diğeri, kılıç yerine lazer naginata sallıyor. Hana, her zaferinde babasının günlüğünden bir parça çözüyor – meğer Konsey, samuray kanını genetik silah olarak satıyormuş. Dizi, kanlı düellolarla ilerlerken, gelenek ile geleceğin çarpışmasını tek bir slo-mo kılıç darbesinde özetliyor: Samuraylık, artık sadece duruş değil, direniştir.

Apokaliptik bir evrende geçen Zomvivor, zombi istilasının ortasında bir grup yabancının beklenmedik bir bağ kurmasını anlatan psikolojik bir drama-gerilim serisidir. Hikaye, terk edilmiş bir alışveriş merkezinde başlar: Eski bir asker, bir hacker, bir doktor ve bir sanatçı, zombi dalgalarından korunmak için burayı üs haline getirir. Liderleri Lena, grubu hayatta kalma oyununa dönüştürerek motive eder – puanlar, görevler ve cezalarla dolu bir sistem kurar. Dizinin kalbi, her karakterin salgından önceki travmalarını flashbacklerle keşfetmekten gelir; zombiler sadece et yiyen canavarlar değil, bastırılmış korkuların metaforudur. İkinci sezonda, grup merkeze doğru ilerlerken karşılaştıkları etik ikilemler (örneğin, enfekte bir çocuğu kurtarmak mı yoksa terk etmek mi?) gerilimi doruğa taşır. Zomvivor, aksiyon sahneleriyle dolu olmasına rağmen, insan doğasının kırılganlığını ve umudun gücünü merkeze alan, düşündürücü bir yapım olarak öne çıkar.

Jeju Adasında yaşanan tutkulu bir geceyi geride bırakan Ko Da-rim, geçimini sağlamak için bebek maması şirketinde evli anne rolüne bürünür. Takım lideri Kong Ji-hyeok ile tesadüfen yeniden karşılaşınca, o unutulmaz öpücük gün yüzüne çıkar. Ji-hyeok, bu gizemli kadına âşık olurken, Da-rimin yalanı her an ifşa olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Komik tesadüfler, ofis entrikaları ve kalp atışlarıyla dolu bu romantik yolculukta, iki aşık, geçmişin gölgesinden kurtulup gerçek bir bağ kurmaya çalışır – tabii ki bolca kahkaha eşliğinde!

Adelina Tattilo, sadakatsiz kocasının terk edişiyle borç batağındaki Playmen dergisinin direksiyonuna geçer ve İtalyanın ilk erotik yayınını, kadın odaklı bir manifestoya dönüştürür: Brigitte Bardotlu ikonik kapaklar, Casati Stampa skandalı gibi cesur haberler ve derinlemesine cinsellik tartışmalarıyla dolu sayfalarda, muhafazakâr toplumun ahlak bekçilerine meydan okur. Mario Ruggerinin senaryosunda, Aurora TV yapımı bu biyografik drama, Adelinanın entelektüel ekibiyle yarattığı kaosu –skandallar, sansürler ve özgürleşme anları– 1970lerin Romasının ışıltılı sokaklarında canlandırıyor. Carolina Crescentininin büyüleyici oyunculuğu, Francesco Colella ve Francesca Colucci gibi isimlerin zenginleştirdiği 7 bölümlük seriye, duygusal derinlik katıyor. Netflixte 12 Kasım 2025te yayınlanan Mrs Playmen, bir kadının cesaretiyle değişen bir dönemin, hem erotik hem ilham verici portresini çiziyor.

Merinac kasabasının The Drop partisinde, iki kızarmış tavuk imparatorluğu arasındaki savaş doruğa ulaşır: Bir yanda özgür ruhlu Gusun Mimisi, diğer yanda gelenekçi Nancynin Franniesi. Şehirli Mae (Genevieve Angelson) ve evli Amanda (Schuyler Fisk), Kitchen Clash adlı bir TV yarışmasında ailelerini temsil ederken, gömülü sırlar ve eski yaralar su yüzüne çıkar. KJ DellAntonianın romanından uyarlanan bu sekiz bölümlük dizi, küçük kasaba dinamiklerini, annelik çatışmalarını ve rekabetin aileleri nasıl birleştirebileceğini (ya da parçalayabileceğini) lezzetli bir mizahla işliyor. Wendie Malick ve Lea Thompsonın canlandırdığı annelerin enerjisiyle, izleyiciyi tavuk krizleri ve kalp ısıtan anlarla dolu bir ziyafete davet ediyor.

Savaşın yaralarını sarmaya çalışan 1940lar Londrasında, kitap tutkunu Gabriel Book (Mark Gatiss), dükkânındaki nadir ciltlerden yola çıkarak polis teşkilatına beklenmedik yardımlar yapar. Yetim çocuklar, şüpheli miraslar ve karanlık sokaklardaki entrikalar arasında gezinen Gabriel, sadık bir ekip ve huysuz bir müfettişle işbirliği yaparken, kendi geçmişindeki gölgelerle yüzleşir. Mark Gatissin yarattığı bu sıcak suç serisi, klasik dedektiflik motiflerini modern bir dokunuşla birleştirerek, kitap severler için unutulmaz bir okuma deneyimi sunuyor.

Frank Crutchfield lakaplı Crutch, Harlemin renkli sokaklarında yalnız bir hayat sürerken, oğlu Jakein yeni iş başarısını kutlamak için verdiği çatı partisi, kız kardeşi Jamilah ve torunlarının sürpriz gelişiyle tam bir aile felaketine evrilir. Paramont+ orijinal komedisi Crutch, inatçı bir babanın, modern evlatlarının kaosuna ayak uydurma mücadelesini, eski eş sırları ve metro maceralarıyla renklendirerek anlatıyor. Jermaine Fowler ve Adrianna Mitchellin enerjik performanslarıyla, bu dizi aile bağlarının ne kadar karmaşık ve eğlenceli olabileceğini kanıtlıyor.

Kuzey İrlanda’nın paramparça olmuş 70’lerinde, okul bahçesinde çocuklara barış öğreten Cushla, geceleri kardeşinin IRA bağlantılarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Karşı yakadan gelen Michael ise, karısı ve oğluyla “normal” bir hayat süsü verirken, Cushla’nın dünyasına izinsiz girer. Bir patlama, bir ihbar, bir yalan… Trespasses, tek bir yanlış adımın iki hayatı –ve bir ulusu– nasıl geri dönülmez biçimde değiştirdiğini anlatan, kalbinizi sıkıştıran bir gerilim.

Geleceğin amfibi filosunda, Yüzbaşı Elijah “Ghost” Reed (John Boyega) liderliğindeki Recon-7 timi, Pasifik’te kaybolan nükleer denizaltıyı ararken, düşman değil, okyanusun ta kendisiyle savaşır. Timin keskin nişancısı Onbaşı Aylin Kaya (Deniz Akdeniz), Türk asıllı bir göçmen olarak, kültürel çatışmaların ortasında hayatta kalma mücadelesi verir. Dizi, Black Hawk Down tarzı gerçekçi yakın dövüş sahnelerini, su altı sessizliğiyle birleştiriyor. 10 Kasım 2025’te Netflix’te yayınlanacak 8 bölümlük mini dizi, iklim değişikliğinin askeri stratejileri nasıl değiştirdiğini, bir timin iç çatışmaları üzerinden anlatıyor.

Merry Little Batmanın eğlenceli evreninde, Bruce Waynein gizli kimliği Batman olarak, oğlu Damian ile birlikte Gothamı korurken, Alfredin evi bir sirk pistine döner. Yeni misafirler arasında, asi Alicia Pennyworthün partileri, reforme olmuş villain Clairein patlamalı pişirme denemeleri, Ras al Ghulun aile terapisi seansları ve Man-Batin gece yarısı çığlıkları yer alır. Bu animasyon komedisi, süper kahraman ailenin sıradan sorunlarla (okul ödevleri, ev işleri) başa çıkmasını, Ronald Searle esintili çizimlerle renklendirerek, DC evrenine taze bir aile mizahı katıyor. 10 Kasım 2025te Prime Videoda prömiyer yapacak dizi, kahramanlığın en komik halini keşfediyor.

Küçük bir sahil caddesinde, dört aile arasında sessiz bir uyum hüküm sürerken, Isabellein gelişi her şeyi değiştirir. Kaybettiği bir şeyi arayan bu gizemli yabancının, mahallenin en derin sırlarını ortaya dökmek için attığı her adım, komşuları arasında şüphe tohumları eker. Annelik, sadakat ve gizli ilişkilerle örülü bu hikâyede, Isabellein takıntılı arayışı bir aileyi kurtarmak için diğerini feda etmeyi gerektirdiğinde, izleyiciyi vicdan muhasebesine sürükler. Teresa Palmerın başrolde parladığı The Family Next Door, sıradan bir mahallenin içindeki fırtınayı nefes kesen bir tempoyla anlatıyor.

Hayaller, hırslar ve bolca kafa karışıklığı... Sekiz yabancı, kariyerlerinde yeni bir sayfa açmak ve kişisel gelişim yolculuklarına başlamak üzere her şeyi geride bırakıp enerjisi yüksek Austine taşınıyor. Bu reality şov, tek bir evin içinde yepyeni bir hayat kurma deneyimini merkeze alıyor. Gençler, sadece yeni bir şehri değil, aynı zamanda flört uygulamalarının karmaşasını, gerçek dostluğun ne demek olduğunu ve kendi bağımsızlıklarını da keşfediyor. Her bir bölüm, onların umutlarını, hayal kırıklıklarını ve en önemlisi, hem kendileriyle hem de birbirleriyle kurdukları beklenmedik bağları izleyicilere aktarırken, yirmili yaşların hem kaotik hem de güzel yanlarını gözler önüne seriyor.

Efsanevi ponpon kız koçu Courteney Potterın hayatı, kariyerinin zirvesindeyken yaşadığı bir talihsizlik sonucu altüst olur ve kendini yeni, tanınmayan bir kolejde bulur. Artık karşısında, daha önce koçluk yaptığı süper takımın aksine, bir araya gelmesi imkansız görünen, her biri kendi tuhaflıklarına sahip bir grup uyumsuz öğrenci vardır. Courteney, geçmişiyle hesaplaşırken ve eski ekibiyle rekabet etmek zorunda kalırken, eşi ve yeni ekibinin yardımıyla tüm zorluklara rağmen ulusal şampiyonaya gitmeye kararlıdır. Bu sahte belgesel tarzı komedi, yüksek riskli akrobasi hareketleri, dramatik antrenman salonu anları ve en önemlisi, bir araya gelerek birbirine güvenmeyi öğrenen bir grubun içten hikayesini mizahi bir dille anlatıyor.

Tatsuki Fujimoto 17-26, dahi mangaka Tatsuki Fujimotonun henüz ana akım şöhrete kavuşmadan önceki, sanatsal arayışlarla dolu yıllarını mercek altına alan, çok sesli bir anime antolojisidir. Dizi, genç bir sanatçının kendi sesini bulma sürecindeki cesur, çiğ ve sıklıkla rahatsız edici sekiz hikâyesini sunar. Bünyesinde yedi farklı yönetmen ve altı farklı animasyon stüdyosunu barındıran bu yapıtta, her hikâye bir diğerinden tamamen farklı bir tona ve görsele sahiptir. İzleyiciler, kurşunu durduran bir lise öğrencisinin yoğun aksiyonundan (Sasaki Stopped a Bullet) cinsiyet değişiminin karmaşık duygusal sonuçlarına (Woke-Up-as-a-Girl Syndrome) kadar, Fujimotonun anlatım yelpazesinin sınırsızlığını deneyimliyor. Bu antoloji, sadece bir mangakanın kariyerinin başlangıcına değil, aynı zamanda gençlik, kaos, aşk ve delilik temalarının bir vizyoner tarafından nasıl işlendiğine dair çalkantılı bir deney defterine tanıklık etme fırsatı sunuyor.

Bir zamanlar umut vaat eden çocuk kitabı yazarı olan Hee Su, şimdi şiddet yanlısı kocası Jin Pyonun gölgesinde hapsolmuş bir hayat sürmektedir. Mağazacılık yapan ve geçmiş travmalarının izlerini taşıyan en yakın arkadaşı Eun Su, Hee Sunun çaresizliğini derinden hisseder. Hee Sunun artık kaçamayacağını anladığında, Eun Su dostluğun getirdiği sorumluluğu en uç noktaya taşır: Katil olmaya karar verir. İki arkadaş, Jin Pyoyu ortadan kaldırmak için tehlikeli ve ayrıntılı bir plan kurar. Ancak planın işleyişi, her adımda artan bir paranoya, suçluluk duygusu ve vicdan azabıyla gölgelenir. As You Stood By, şiddetten kurtulmak için en büyük suçu işleyen iki kadının, bu karanlık eylemin ruhlarında açtığı derin yaraları ve hayatta kalma mücadelesini merkeze alıyor.

SEVENTEEN: Our Chapter, K-pop fenomeni SEVENTEENin onuncu yıl dönümü anısına hazırlanan, grubun on yıllık sanatsal mirasını ve kardeşlik bağlarını mercek altına alan, dört bölümlük özel bir belgesel dizisidir. Grup, bu samimi yapımda, çıkış öncesi zorluklardan küresel süperstarlığa uzanan hikayelerini, K-popun ilk kendi yapımcılığını yapan idolleri unvanını nasıl kazandıklarını ve kariyerlerinin dönüm noktalarını ilk elden paylaşıyor. Her bölüm, grubun gelişimindeki önemli anlara odaklanırken, üyelerin kişisel zorluklarla, tartışmalarla ve küresel turnelerle nasıl başa çıktığını gösteriyor. Başarıları, meydan okumaları ve sürekli kendilerini yeniden keşfetme arzusu etrafında şekillenen bu seri, SEVENTEENin sadece bir müzik grubu değil, aynı zamanda birbirine sıkı sıkıya bağlı bir aile olduğunu kanıtlıyor. Bu bölüm, onların azimle, tutkuyla ve Caratlarının sevgisiyle inşa ettikleri mirası kutluyor.

Albuquerque’nin sıradan bir banliyösünde yaşayan Carol, hayatından bezmiş bir boşanma avukatıdır; sabahları kahve bile keyif vermez. Ta ki bir anda şehir pembe balonlarla dolana, radyoda sadece neşeli şarkılar çalana ve insanlar birbirine “Seni çok seviyorum!” diye sarılana dek. Bu “Mutluluk Virüsü” herkesi ele geçirir; suç sıfırlanır, trafik sıkışıklığı bile eğlenceye döner. Ama Carol etkilenmez – çünkü zaten mutsuzluğun kraliçesidir. Toplum onu “hasta” ilan edip “tedavi” merkezlerine kapatmaya kalkınca, Carol kaçışa geçer. Yanına istemeye istemeye aldığı iki bağışıklı yoldaşıyla (Zosia ve Manusos) virüsün kaynağını bulup yok etmeye çalışır. Pluribus, Gilligan’ın alıştığımız gerilimini bilimkurguya taşıyor: Her bölümde “Acaba mutluluk bir tuzak mı?” diye düşünürken, Carol’un iç dünyasındaki fırtınayı da izliyorsunuz. Dokuz bölümlük sezon, 7 Kasım’da Apple TV+’ta başlıyor – ve evet, ikinci sezon çoktan onaylandı!

Sally Wainwright’ın Yorkshire dağlarında geçen isyan marşı Riot Women, beş orta yaşlı kadını (öğretmen, polis, bar sahibi, ebe ve hırsız ruhlu Kitty) bir araya getiriyor: Yerel yetenek yarışması için punk grubu kuruyorlar. Ama ilk şarkıyı yazarken öfkeleri patlıyor – menopoz, görünmezlik, nankör çocuklar, demanslı anneler ve iğrenç erkekler! Gitarlar bağırıyor, davullar patlıyor; “Old Bags’ Department” yerine Riot Women oluyorlar. Altı bölümde hem kahkaha hem gözyaşı: “Yaşlanmak mı? Biz daha yeni başlıyoruz!” BBC One’da 12 Ekim’de başladı, tüm bölümler iPlayer’da.

Bir masa, dört mikrofon, sınırsız bira ve bir kural: “Ne söylersen burada kalır… ama 3 milyon kişi izler.” Konuşanlar, Türkiye’nin en cesur itiraf gecesi. Ünlüsünden fenomenine, herkes sırayla hayatının en utanç verici, en komik, en “ulan bunu nasıl anlattım” anısını döküyor. Hasan Can Kaya ise hem hakem, hem şeytanın avukatı, hem de en büyük muhabbet hırsızı. Kapanışta herkes alkışlıyor, ama eve giderken aynaya bakıp “Ben naptım?” diye soruyor.

Sarah Snookun muhteşem dönüşüyle All Her Fault: Bir anne, bir mesaj, bir kayıp. Başarılı iş kadını Marissa, 5 yaşındaki oğlu Miloyu güvenle bıraktığı oyun arkadaşından alamayınca hayatı altüst olur. Gerçek Jenny hiç mesaj atmamış, adres sahte, fidye yok! Kocasının ihmalleri, kayınvalidesinin bağımlılıkları, iş ortağının sırları derken, dizi sadece bir kaçırılma hikâyesi değil; kadınların omzuna yüklenen her şey senin suçun yükünü parçalayan bir isyan. 8 bölüm, gözyaşı, öfke ve şok edici finallerle dolu – izlerken acaba benim de mi suçum? diye soracaksınız!

Beş kötü adam, aslında kalpleri kırık beş iyi insan: eski hacker, yetim kasacı, sahte kimlik ustası, patlayıcı aşığı ve liderleri, karizmatik hırsız Kral. Breaking In, bu ekibin ultra-zengin bir koleksiyoncunun malikânesine sızma macerasını anlatıyor. Plan kusursuz, ama malikâne… canlı! Tuzaklar, yapay zekâ köpekler ve bir de âşık gardiyan var. Soygun mu, yoksa kendilerini mi çalacaklar? Haftalık 45 dakika, kahkaha ve adrenalin garantili!

1901’in elektrik kokan havasında, “Death by Lightning” bir adamın öfkesiyle bir ulusun geleceğini çarpıştırıyor. Betty Gilpin’in Edith Roosevelt’i, “Teddy, yine mi ayı?” diye göz devirirken, Matthew Macfadyen’in suikastçı avcısı Charles Guiteau, “manyaklık bulaşıcı mı?” sorusunu masaya yatırıyor. Dizi, Pan-Amerikan Fuarı’nın neon ışıkları altında, McKinley’nin son nefesini ve Roosevelt’in ilk kükreyişini aynı kareye sığdırıyor. Tarih kitabını ters çevirip içinden konfeti döken bu yapım, “güç kimde?” sorusunu bir şaka gibi sorup, cevabını bir yumruk gibi veriyor.

Simplemente Alicia, aşk hayatını büyük bir gizem perdesi arkasında yaşayan bir kadının hikayesidir. Alicia, kalbini iki adama birden kaptırmıştır ve her ikisiyle de ayrı, mutlu yuvalar kurmayı başarmıştır. Gittikçe tehlikeli bir hal alan bu ikili yaşamı sürdürürken, hem işindeki zorluklar hem de sürekli artan sırlarının yükü omuzlarındadır. Kararlılıkla seçtiği bu kırılgan mutluluğu korumak için attığı her adım, onu sırlarının açığa çıkma felaketine bir adım daha yaklaştırır. Peki, Alicia bu imkansız dengeyi daha ne kadar sürdürebilecektir?

Gdańsk, 1679. Jan Heweliusz gece gündüz çatıdaki teleskopunun başındadır. Karısı Elżbieta yıldız koordinatlarını yazar, oğlu çıraklık yapar. Bir sabah kapıda mühürlü bir zarf: “Haritayı teslim et, yoksa oğlun kaybolur.” Harita, Jan’ın 40 yıllık gözlem defterleri arasında gizlidir. Jan, çırak kızı Zofia ve eski bir korsanla birlikte casusların oyununu bozar. Her bölüm bir gök olayıyla başlar: kuyruklu yıldız, güneş tutulması, kutup ışıkları… 8 bölüm sonunda teleskopu yanar, ama Jan’ın adı sonsuza dek gökyüzünde kalır.

Gachiakuta, keskin bir sınıf ayrımının hüküm sürdüğü bir evrende geçiyor. Toplumun en dibinde yaşayan Rudo, asılsız bir suçlamayla alt dünyaya, yani devasa bir çöplüğe sürülür. Bu çöplük, üst dünyanın görmezden geldiği tüm atıkları ve dışlanmış insanları barındırmaktadır. Rudo, burada, sıradan eşyaların içindeki ruhları (Jagan) uyandırarak onları güçlü silahlara dönüştürebilen özel yetenekli kişilerin varlığını öğrenir. Kendi gücünü keşfeden Rudo, bu çürümüş adalet sistemine karşı savaşmak ve kendi itibarını geri kazanmak için, eşyalardan yarattığı kendine has güçlerle zorlu bir hayatta kalma mücadelesine girişir.

ae Jung, hayatı boyunca güvenilir adam rolünde oynamış: Sadık bir çalışan, iyi bir oğul, sıradan bir sevgili. Ama bir sabah, haberlerde kendi yüzünü cinayet faili olarak görür. Hapis yılları, onu kırar ve yeniden doğurur; duvarların ardında, Yo Han adlı bir gölgenin her şeyi tasarladığını keşfeder. Yo Han, travmatik bir geçmişin ürünü: Yoksulluktan yükselmiş, zihinleri kıran bir manipülatör. Onun dünyasında herkes bir piyon; Tae Jung ise en acımasız oyunun kurbanı. Serbest kaldığında, Tae Jungun yolculuğu bir intikamdan öteye geçer: Kendi kimliğini yeniden inşa etmek. Eski nişanlısıyla yüzleşir, ailesinin sırlarını açığa çıkarır ve Yo Hanın ağına sızmak için yeraltı terapi seanslarına katılır. Her bölüm, flashbacklerle dolu; Tae Jungun çocukluğuyla Yo Hanın yükselişi iç içe geçer, izleyiciyi Gerçek ne kadar manipüle edilebilir? diye düşündürür. Dizi, Kore sinemasının gerilim geleneğini taşır: Karanlık odalar, fısıltılı konuşmalar, ani ihanetler. Oyuncular – Tae Jungun kırılgan öfkesi, Yo Hanın buz gibi gülümsemesi – hikayeyi sırtlar. Sonuçta, bu bir suç öyküsü değil; insan ruhunun en karanlık köşelerinde bir ayna. İzle ve sor: Senin iplerini kim çekiyor?

Rebecca Bunch, New York’un stresli avukatlık hayatını bir kenara bırakıp “burada mutlu olacağım” dediği West Covina’ya taşınır. Sebep? Eski yaz aşkı Josh Chan’ın orada yaşıyor olması! Mantık devreden çıkınca Rebecca, şarkılı danslı bir delilik fırtınası başlatır; arkadaşlıklar kurar, düşmanlar edinir ve her bölümde “Acaba bu sefer gerçekten mutlu olacak mıyım?” sorusunu 17 farklı şarkıyla sorar. Spoiler: Cevap genelde “Hayır, ama çok eğlenceli!”

Alls Fair, Ryan Murphynin yarattığı iddialı bir hukuk draması olarak, Los Angelesın elit boşanma avukatı Allura Grantın (Kim Kardashian) hikayesini anlatıyor. Yıllarca erkeklerin domine ettiği bir hukuk bürosunda çalıştıktan sonra, yakın arkadaşları ve meslektaşlarıyla birlikte kendi firmasını kuran Allura, sadece yüksek profilli davaları değil, aynı zamanda kendi iç dünyasındaki fırtınaları da yönetmek zorunda kalır. Naomi Wattsın oynadığı hırslı ortak, Niecy Nashin keskin zekalı müfettişi ve Glenn Closeun gizemli mentörü gibi karakterler, skandallarla dolu geçmişlerini geride bırakmaya çalışırken, sadakat testleri, yasak aşklar ve milyonluk servet savaşlarıyla yüzleşir. Dizi, kadın dayanışmasının gücünü kutlarken, adaletin bazen en kişisel intikam aracı olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor – her bölümde mahkeme koridorları kadar yatak odaları da tanık sandalyesine oturuyor!

Nice to Not Meet You, 2025 yılında yayınlanan ve izleyicileri derin bir yolculuğa çıkaran bir dizi. Bu yapım, modern yaşamın karmaşası içinde insan ilişkilerini ele alan, dram ve komedi unsurlarını harmanlayan bir hikaye sunuyor. Dizi, günümüzün dijital dünyasında tanışma, sosyal etkileşim ve yalnızlık temalarını işleyerek izleyicilere hem düşündürücü hem de eğlenceli bir deneyim vaat ediyor. Ana karakterimiz, sosyal becerileri zayıf olan bir genç olan Selin, çevrimiçi platformlarda insanlar ile tanışmaya çalışırken, kendi içsel mücadeleleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Selinin hayatına giren farklı karakterler, onun bu yolculuğunda hem destekleyici hem de engelleyici rol oynuyor. Dizi, karakterlerin dinamikleri ve aralarındaki ilişkilerle dolu bir atmosfer kurarak izleyiciyi içine çekiyor. Selin’in yaşadığı zorluklar, hem komik hem de trajik anlarla bezeli bir anlatımla sunuluyor. İzleyiciler, Selin’in kendi kimliğini bulma çabasını izlerken, bir yandan da sosyal medya ve gerçek hayat arasında sıkışmış olan modern bireylerin hikayesine tanıklık ediyor. Nice to Not Meet You, izleyicilere sadece bir eğlence sunmuyor; aynı zamanda sosyal ilişkilerin karmaşıklığı üzerinde düşünmeye teşvik ediyor. Dizi, güçlü karakter gelişimi, mizahi diyaloglar ve sürükleyici kurgusuyla dikkat çekiyor. Her bölümde farklı bir durumla karşılaşan Selin, izleyiciyi merak içinde bırakıyor. Yalnızlık ve bağlantı kurma çabası, dizinin ana temasını oluşturuyor ve bu bağlamda izleyicilere duygusal bir bağ kurma fırsatı sunuyor. Dizi, sosyal medyanın insan ilişkilerine etkisini sorgularken, aynı zamanda izleyiciyi düşündürüyor ve güldürüyor. Bu nedenle, hem mizah arayanlar hem de derin bir dramın peşinde olanlar için Nice to Not Meet You izlenmesi gereken bir yapım olarak öne çıkıyor. Karakter dinamikleri ve içsel çatışmalarla dolu Nice to Not Meet You, izleyicilere derin bir duygusal deneyim sunuyor. Selin’in sosyal becerilerindeki zayıflık, hem komedi hem de dram unsurlarını mükemmel bir dengeyle harmanlıyor. Senaryo, günümüzün dijital bağımlılığına eleştirel bir bakış açısı getirirken, oyunculuklar izleyiciyi etkiliyor. Her bölüm, merak uyandıran bir derinlik taşıyor ve karakterlerin evrimi, izleyiciyi ekrana kilitliyor.

ASK ajansında hayat, kurucunun beklenmedik vedasıyla tepetaklak olur. Menajerler Andréa, Matthias, Gabriel ve Arlette, hem kendi aralarındaki güç dengesini korumak hem de ajansın yıldız portföyünü memnun etmek zorundadırlar. Geleneksel iş modelleri, yükselen rekabet ve müşteri sadakatinin pamuk ipliğine bağlı olduğu bu sektörde, her gün yüksek riskli bir menajerlik oyunu oynanır.

Nails, Madrid’in en havalı manikür salonunda geçen, rengârenk bir İspanyol komedisi. Dört bambaşka kadın – kırklarında boşanmış bir avukat, yirmili yaşlarında influencer bir üniversite öğrencisi, ellili yaşlarında geleneksel bir ev hanımı ve otuzlarında Meksikalı göçmen bir kuaför – her cuma aynı koltukta buluşur. Ojeler sürülürken sırlar dökülür, kocalar eleştirilir, hayaller yeniden boyanır. Toplumun “mükemmel kadın” dayatmasına karşı ojeleriyle isyan ederler: Biri kariyerini bırakıp tango okuluna yazılır, diğeri gizli sevgilisini ifşa eder, bir başkası yıllar sonra ilk kez “hayır” demeyi öğrenir. Kahkahalar, gözyaşları ve bolca glitter arasında dostlukları, birbirlerinin en cesur renkleri olur. Çünkü bazen hayatı değiştirmek için tek gereken, doğru tonda bir oje ve yanındaki üç deli kadındır!

I Love LA”, Los Angeles’ın büyüsüne kapılmış dört karakterin iç içe geçmiş hikayelerini anlatan dokunaklı bir drama. Bir zamanların ünlü oyuncusu Leyla, kariyerinin çöküşüyle yüzleşirken, 17 yaşındaki kızı Zeynep’in gizli rap kariyerini keşfeder. Sokaklarda büyümüş yetenekli beat yapımcısı Can, büyük bir plak şirketinin radarına girer ama geçmişteki çete borçları peşini bırakmaz. Dedektif Ece, 10 yıl önce kaybolan kardeşinin izini sürerken, LA’nın en parlak gece kulübünün sahibinin karanlık sırlarına ulaşır. Her bölümde bir şarkı, bir mektup ya da bir eski fotoğraf, karakterleri birbirine bağlayan ipleri biraz daha sıkılaştırır.

Geleceğin İngiltere’sinde, iklim krizi vurmuş bir dünyada, Robin Hood adlı asi bir çevre aktivisti, Prens Johnun petrol baronluğu Nottinghamı ele geçirmesine karşı Sherwood Korusunun son kalıntılarını üs edinir. Teknolojik yaylar ve biyomekanik oklarla donanmış Robin, sadık yoldaşı Friar Tuck (drone hackçisi bir rahip) ve gizemli Lady Marian ile, zenginlerin yaktığı ormanları kurtarmak için servet avına çıkar. Bu özgün dizi, ekolojik felaketler arasında geçen romantik entrikalar, yüksek tempolu kovalamacalar ve fütüristik mitolojiyle, klasik efsaneyi 2025in sürdürülebilirlik savaşına uyarlıyor. Her sezon, bir zaferin bedelini sorgulatarak izleyiciyi umut ve öfke arasında bırakıyor.

Bu fantastik-romantik dizi, kaderin cilveleriyle dolu bir aşk hikayesini konu alır. Düşük seviyeli bir memur olan Lee Hong-Jo, tesadüfen bulduğu antik bir kitapla hayatı değişir. Kitap, Jang Shin-Yu adlı bir avukatın lanetini kaldırmanın anahtarıdır. Başlangıçta birbirlerinden hoşlanmayan ikili, laneti çözmek için bir araya gelir ve bu süreçte duygusal bağlar kurarlar. Dizi, aşk, büyü ve aile sırlarını harmanlayarak izleyiciyi sürükleyici bir maceraya davet eder.

Modern Paris’in gökdelenleri arasında, Jules Maigret hâlâ eski usul dedektif: sezgileriyle konuşur, şüphelilerin gözlerinde yalanları okur. Eşi Louise’un psikiyatrik bakışıyla desteklenen soruşturmaları, banliyö metrolarından lüks rezidanslara uzanır. Bu kez suç sadece bir olay değil, bir ayna; Maigret, hem katili hem kendi gölgelerini yargılıyor.

Lilith Curiel’in canlandırdığı Aylín, Meksiko’nun kenar semtlerinde büyümüş, öfkeli ve yalnız bir gençtir. Bir gün kazara yuttuğu toprak, ona doğaüstü bir radar gibi işleyen bir güç verir: Toprak, ona kaybolanların yerini fısıldar. Bu lanet mi yoksa nimet mi olduğu belirsiz yetenekle, kardeşi ve dışlanmış bir çete kurar; her vaka onları daha derin bir yeraltı ağına, daha karanlık sırlara çeker. Yalitza Aparicio’nun da konuk olduğu dizi, şiddet dolu gerçekliğin içinde filizlenen umudu, travmanın izlerini ve topluluğun sessiz isyanını dokunaklı bir şekilde işliyor. 31 Ekim 2025’te Prime Video’da başlayan bu Meksika yapımı, fantastik gerilim sevenler için kaçırılmayacak bir lezzet.

Theo, ailesinin gölgesinden kurtulmak için evi terk eder ama gerçek hayatın tuzağına düşer: İnternet dolandırıcılıkları, babasının son çare olarak oğlunu böbrek donörü ilan etmesi ve sadık ama sakar dostu Johnnynin yardımıyla girişilen çılgın kaçamaklar. Altı bölümlük bu Avustralya yapımı Netflix komedisi, Superwogun yaratıcılarından Theo ve Nathan Saidden imzalı, yetişkinliğe geçişin trajikomik halini gözler önüne seriyor. Aile fonlarını bir Nijeryalı prense kaptıran bir babanın hikayesi, kahkaha ve duygusal anlarla dolu – bağımsızlık hayali, tam bir eşek macerasına dönüşüyor!

Jack van Doornun yarattığı Jackal kahve imparatorluğu, Amsterdamın liberal ruhunu simgeleyen bir başarı öyküsüdür – ta ki evliliğinin temelleri sarsılana dek. Ulusal televizyon spikeriyle yaşadığı gizli ilişki patlak verdiğinde, terk edilmiş ve öfkeli Betty, eski şöhret günlerindeki stratejik zekasını konuşturur. Kocasına karşı acımasız bir plan kuran Betty, Jackin iş ortağı ve aile sırlarını kullanarak imparatorluğu çökertmeye çalışır. Suç, entrika ve aile dramasının iç içe geçtiği bu gerilim dolu yapım, şehrin kanabis dolu sokaklarında güç, sadakat ve yıkımın sınırlarını zorlarken izleyiciyi soluksuz bırakır.

Galaksinin uzak köşelerinde geçen Star Wars: Visions, antoloji formatında anime bölümlerle Star Wars loreunu Japon stüdyolarının ustalıklı dokunuşuyla canlandırır. Dokuz farklı hikaye, her biri benzersiz bir yaratıcı vizyonla, sadık bir Jediın iç çatışmasından bir Sith lordunun intikam arayışına kadar çeşitli temaları işler. Canon dışı özgürlüğüyle dikkat çeken dizi, ışık kılıcı düellolarını ve Güçün felsefesini animenin dinamik görselleri eşliğinde sunar; hem sadık hayranlara hem de yeni izleyicilere, evrenin sonsuz olasılıklarını keşfetme fırsatı verir.

Brezilyanın kalbi Rioda, kumar baronlarının hüküm sürdüğü bir imparatorluk sallanıyor: Jogo do bichonun tahtı boşalınca, genç Profeta (André Lamoglia) sahneye fırlar ve yeraltı dünyasının dengesini bozar. Yabancı mafyanın gölgesi altında, yasal bahis reformuyla birlikte patlak veren savaş, aile bağlarını koparır ve sadakati sorgulatır. Profeta, Mel Maianın canlandırdığı tutkulu bir sevgiliyle ve Otávio Müllerin oynadığı kurnaz bir rakiple ittifaklar kurarken, her adımda ihanet ve şiddet onu bekler. Netflixin bu aksiyon dolu draması, kültürel bir mirasın suçla iç içe geçtiği bir labirentte ilerler; hızlı tempolu kovalamacalar, duygusal çatışmalar ve şaşırtıcı twistlerle zenginleşir. 29 Ekim 2025te başlayan 6 bölümlük sezon, Bernardo Barcellosun senaryosuyla, güç her zaman para mıdır? diye fısıldayarak izleyiciyi Rionun derinliklerine daldırıyor.

Bir Excel dosyası, bir hayatı yerle bir edebilir mi? Ellie Carver (Phoebe Dynevor) için evet. Sıradan bir denetim sırasında keşfettiği 47 milyon pound’luk açık, onu Londra’nın en tehlikeli dolandırıcılarından Victor Lang’in (Tom Hollander) radarına sokar. Victor, Ellie’yi “düzeltici” olarak işe alır; ama bu, sahte şirketler, hayali yatırımcılar ve gerçek kurşunlarla dolu bir oyunun yalnızca başlangıcıdır. Apple TV+’ın bu hızlı tempolu dizisi, finansal sahtekârlığın perde arkasını, mizahı ve gerilimi bir arada sunuyor. Her bölümde yeni bir kimlik, yeni bir yalan ve yeni bir ihanetle karşılaşan Ellie, sonunda kendi dolandırıcılık yeteneğini keşfeder. 29 Ekim 2025’te prömiyer yapan Frauds, “para konuşur, ama yalanlar bağırır” diyerek izleyiciyi, kimin kazanacağını asla bilemeyeceği bir oyunun içine çekiyor.

Bir patlama sesi, Oxfordun huzurlu bir mahallesini kaosa sürükler: Bir ev yerle bir olur ve komşu kız Marije kayıplara karışır. Obsesif bir şekilde gerçeği arayan Sarah Tucker (Ruth Wilson), özel dedektif Zoë Boehmin (Emma Thompson) yardımıyla, olayın ardındaki devasa bir entrikayı keşfeder. Mick Herronın Zoë Boehm serisinden uyarlanan bu Apple TV+ gerilimi, ölüler dirilir, diriler ölür mottosuyla dolu bir labirentte ilerler. Sarah ve Zoë, yozlaşmış yetkililerden gizli örgütlere kadar uzanan bir ağın ortasında kalır; her ipucu, yeni bir tehlike doğurur. Aksiyon sahneleriyle zenginleşen hikaye, karakterlerin iç çatışmalarını da derinlemesine işlerken, izleyiciyi güvenilir müttefik kim? sorusuyla baş başa bırakır. 29 Ekim 2025te prömiyer yapan dizi, haftalık bölümleriyle Aralıka kadar uzanan gerilim dolu bir yolculuk vaat ediyor, Herron hayranları için Slow Horsesun ruhunu taşıyan vazgeçilmez bir uyarlama.

Sıradan bir lise öğrencisi olan Yu, bir anda sihirli bir ayna tarafından Twisted Wonderland adlı gizemli bir diyara sürüklenir. Burası, Disneyin ikonik kötü adamlarının mirasından ilham alan Night Raven College adlı prestijli bir büyü akademisinin hüküm sürdüğü, büyü dolu bir dünya. Büyü yeteneği olmayan Yu, okulun eksantrik müdürü Dire Crowleynin himayesi altına girer ve yedi farklı yurttan (Heartsybyul, Savanaclaw, Octavinelle gibi) oluşan öğrenci topluluğuyla tanışır. Her yurt, bir Disney villainının (Kraliçe of Hearts, Scar, Ursula vb.) özelliklerini taşıyan karizmatik ve rekabetçi genç büyücülerle doludur. Yu, eve dönüş yolunu ararken, okulda patlak veren doğaüstü olaylar, overblot denen karanlık büyü patlamaları ve gizli komplolarla yüzleşmek zorunda kalır. Dostluklar kurar, ihanetlerle boğuşur ve büyünün karanlık yüzünü keşfederken, kendi içindeki potansiyeli uyandırır. Aksiyon dolu sahneler, mizah ve duygusal derinlikle bezeli bu anime, 29 Ekim 2025te Disney+ ve Huluda başlayacak 8 bölümlük ilk sezonunda, Heartsybyul arcını işleyerek izleyiciyi büyülü bir maceraya davet ediyor.

Güçlü bedenler, kırılgan sınırlar: Physical: Asia, Asya kıtasının elit atletlerini bir araya getiren epik bir survival yarışması! Kore yapımı Physical: 100ün bu global versiyonunda, 48 yarışmacı sekiz ülkeden (Türkiye dahil) toplanıp, devasa setlerdeki çelik ve kum dolu arenalarda ulusal onur için savaşıyor. Ordulu pehlivan Recep Karanın liderliğindeki Türk ekibi, Japon dövüşçülerden Taylandlı Muay Thai ustalarına karşı direnç testleri, kale savaşları ve kültürel unsurlarla zenginleştirilmiş engellerle yüzleşiyor. İlk dört bölüm 28 Ekimde Netflixte başlıyor – kim ayakta kalacak, izleyin ve görün!

Uyuşturucu baronunun metresi Ashleynin trajik ölümüyle sarsılan Danimarka polisi, acemi bir ajan olan Teayı Miranın çetesine sokmak için harekete geçer. Tea, Sara kimliğiyle Ashleynin yerine geçerek Miranın güvenini kazanmaya çalışır, ancak yakınlaştığı hedefin ailesine duyduğu empati, operasyonu karmaşıklaştırır. Kızı için her şeyi göze alan Miran ile Tea arasındaki gerilim tırmanırken, gizli ittifaklar ve ihanetler dizinin nabzını hızlandırıyor. Netflixte yayınlanan bu kompakt 6 bölümlük Danimarka gerilimi, undercover ajanların iç dünyasını çarpıcı bir şekilde yansıtıyor.

Derry, 1962. Siyah bir ailenin kasabaya gelişi, hem ırkçı önyargıları hem de bastırılmış bir laneti uyandırır. Yarbay Leroy Hanlon, oğlu Will’in kayıp arkadaşını ararken, kendi Vietnam öncesi travmalarıyla yüzleşir. Charlotte, kasabanın kadınlarıyla kurduğu kırılgan bağları korurken, genç Dick Hallorann’ın telepatik uyarıları gerçeğe dönüşür. Dört çocuk – Will, Ruth, Jim ve bir gizemli kız – kanalizasyonlarda Pennywise’la karşılaşırken, yetişkinlerin yalanları çöker. Dizi, korkudan çok, korkunun insanları nasıl birleştirdiğini veya parçaladığını sorguluyor: Bir palyaço, kasabanın ruhunu değil, kasaba palyaçoyu doğurmuştur.

Paul, serbest çalışan bir baba; Jackie ise tam zamanlı çalışan bir anne. İki çocukları Luke ve Ava, evin hem neşesi hem de en büyük kaos kaynağı. Günlük rutinler, okul toplantıları, acil durumlar ve bitmeyen oyuncak dağları arasında, çiftin ilişkisi sürekli bir denge oyunu. Paul’un ani öfke krizleri, Jackie’nin sessiz çöküşleri ve çocukların masum ama yıkıcı soruları, ailenin kırılganlığını gözler önüne seriyor. Breeders, komedi ile dramı ustalıkla harmanlayarak, ebeveyn olmanın en karanlık köşelerine ışık tutuyor: “Çocuklarımı seviyorum ama bazen onlardan nefret ediyorum” itirafının ağırlığı, her bölümde biraz daha derin hissediliyor. Dizi, yetişkinlerin kendi çocukluk yaralarını iyileştirmeden ebeveyn olamayacağını hatırlatırken, izleyiciyi hem güldürüyor hem de içten içe sarsıyor.

WWE, 2025’te “Unreal” adlı interdimensional bir platformu devreye sokar: her maç, farklı bir gerçeklik katmanında oynanır. İlk bölümde Gunther, “Ring General” kimliğiyle 19. yüzyıl Viyana’sında bir opera balesi ringinde Drew McIntyre’ı kılıç ve şamdanla devre dışı bırakır. Bayley, “Damage CTRL” ekibiyle birlikte bir uzay istasyonunda yerçekimsiz bir Elimination Chamber kurar; sıfır gravitasyonda suplex’ler havada asılı kalır. The Rock, Hollywood egosuyla kendi yarattığı “Dwayne-verse”te John Cena’yı dijital bir T-Rex’e karşı korur. Ancak platformun derinliklerinde “The Glitch” adlı bir varlık uyanır ve süperstarların anılarını yeniden yazar: Undertaker bir barista, Stone Cold bir vegan şef olur. Gerçek kimliklerini geri almak için wrestler’lar, kendi geçmişlerinin kodlanmış versiyonlarıyla yüzleşmek zorundadır. Sezon finali, tüm gerçeklik katmanlarının çakıştığı “Omni-Ring”de gerçekleşir; burada kemer değil, evrenin kendisi ortadadır. Vince McMahon, cameo olarak “Ben sadece bir satır kodum” der ve ekran kararır.

Kim Nam-Su, Seulde prestijli bir dairede yaşayan, ailesine gözü gibi bakan bir departman müdürüdür. Ancak ani bir işten atılma, evliliğinin çöküşü ve ailesiyle kopukluk, onun tüm kimliğini sarsar. Bu kaosun içinden doğan bir özgürlükle, Kim unutulmuş hobilerine sarılır, yeni maceralara atılır ve gerçek benliğini aramaya başlar. Dram ve mizahı ustalıkla harmanlayan dizi, modern insanın başarı tuzağından kurtuluşunu samimi bir dille anlatıyor.

Bar sahibi bir babanın oğlu Gonzalo, sürekli başarısızlanan gece kulübü girişimleri yüzünden ailesinin sabrını taşırır. Son umutla, yeni bir mekânda iş dünyasının yeni yüzü diye pazarladığı bir paylaşımlı ofis kurar; ortağı ise meditasyon seansları veren sahte bir mentor. Ablası Julianın şüpheci denetimi altında, Gonzalonun deli dolu planları – yoga odasını parti alanına çevirmek gibi – komik felaketlere yol açar. Kiracılar arasında gizemli hackerlar ve hırslı start-upçularla dolu bu kaos, Gonzaloya sadece para değil, aile bağlarını da yeniden kazandırmayı öğretir; girişimcilik dünyasının çılgınlığını İspanyol usulü espriyle anlatan bir komedi şöleni.

Michelin yıldızlarının büyülü ama acımasız dünyasına kapı aralayan Knife Edge: Chasing Michelin Stars, şeflerin zirveye tırmanışındaki gerilimi ustalıkla betimliyor. Apple TV+ platformunda yer alan bu orijinal yapım, İtalyanın zarif sofralarından Kaliforniyanın yenilikçi mutfaklarına kadar uzanan rotada, şeflerin tutku dolu mücadelesini yakalıyor. Gordon Ramsay imzalı seride, anonim müfettişlerin sahte kimliklerle yaptıkları gizli tadımların perde arkası ilk kez açığa çıkıyor; bir şef ikinci yıldız için ormanda inzivaya çekilirken, diğeri üç yıldızın peşinde geçmişindeki sırlarla yüzleşiyor. Sunucu Jesse Burgessin samimi anlatımıyla, dizinin kalbi şeflerin kişisel hikayelerinde atıyor: Aylar süren uykusuz geceler, yaratıcı patlamalar ve yıldız kaybının getirdiği ekonomik çöküşler, izleyiciyi mutfağın nabzına ortak ediyor. Bu dizi, lezzetin ötesinde bir sanat formu olan gastronominin en keskin kenarını keşfetmek isteyenler için vazgeçilmez bir ziyafet.

Maria Antuanet, tarihin en tartışmalı kraliçesinin yükseliş ve çöküşünü çarpıcı bir şekilde yeniden canlandırıyor. 14 yaşındaki Marie Antoinette (Emilia Schüle), politik bir evlilikle Fransaya adım atar ve kısa sürede sarayın en renkli figürü olur. Louis XVI (Louis Cunningham) ile taht mücadelesi verirken, metresler, isyancılar ve açlık krizleri arasında dengede kalmaya çalışan kraliçe, özgürlüğünü ve ailesini korumak için her şeyi riske atar. Barry Levinsonın danışmanlığındaki bu iddialı yapım, ihtişamlı balolar, ihanetler ve giyotinin gölgesinde unutulmaz bir drama sunuyor.

Jeju Adasında neşeli bir kız ve kararlı bir erkeğin hikâyesi, inişler ve çıkışlarla dolu, ömür boyu sürecek bir öyküye dönüşerek aşkın zamana meydan okuyabileceğini kanıtlar.

Gölgelerin efendisi ninjalar ile sokakların kralı gokudolar arasındaki 300 yıllık kan davası, günümüz Japonyasında patlak verir. Gülüşünü bir travmayla kaybetmiş ninja klanı üyesi Shinoha, dışarıdan elit bir şirket çalışanı gibi görünen Kiwamiyle tanışır – ki o, aslında acımasız bir yakuza babasıdır. Ortak anime sevgileriyle filizlenen ilişki, gerçek kimliklerin su yüzüne çıktığı anda kaosa evrilir. Tokyonun karanlık sokaklarında geçen bu epik çatışma, sadakat, ihanet ve unutulmaz dövüş sahneleriyle dolu. Ninjanın sessiz intikamı mı yoksa gokudonun kaba gücü mü üstün gelecek? Seri, mizah ve gerilimi ustalıkla harmanlayarak, iki dünyanın çarpışmasını unutulmaz kılıyor.

Lazarusta, travmatik bir kayıptan dönen Joel Lazarus (Sam Claflin), babasının (Bill Nighy) şüpheli intiharından sonra huzursuz bir eve adım atıyor ve doğaüstü sayılabilecek ürkütücü deneyimlerle boğuşmaya başlıyor. Gece yarısı kapı gıcırtıları, kayıp nesnelerin ani ortaya çıkışları ve zihnini kemiren vizyonlar, Joelü adım adım bir karanlığa çekiyor. Bu sırada, unutulmuş cinayet vakaları –özellikle çeyrek yüzyıl前の kız kardeşinin katledilmesi– yeniden su yüzüne çıkıyor ve Joel, adli psikolog kimliğiyle bu buz gibi dosyaları delmeye çalışıyor. Ailesinin derin sırları açığa çıktıkça, Joelün gerçeklik algısı paramparça oluyor; peki bu deneyimler bir lanet mi, yoksa bastırılmış anıların isyanı mı? Harlan Coben ve Danny Brocklehurstun kaleminden çıkan bu hayaletvari gerilim, psikolojik derinlik ve şok edici twistlerle dolu.

Firenzenin eteklerindeki tenha orman yollarında, aşk arayan çiftleri hedef alan bir gölgenin yarattığı dehşet, The Monster of Florence dizisinde, 17 yıllık bir gizemin katmanlarını soyarak gözler önüne seriliyor. Netflixin bu dört bölümlük İtalyan draması, gerçek bir suç vakasını – sekiz çiftin (en az 16 kurban) öldürüldüğü, mermilerin ve bıçak izlerinin ritüel bir imzaya dönüştüğü o korkunç seriyi – Stefano Sollimanın vizyonuyla işliyor. Başlangıç 1968de: Barbara Loccinin arabasında başlayan kan banyosu, kocası Stefano Meleyi suçlu koltuğuna oturtur; ama aynı silahtan çıkan kurşunlar, 1974, 1980 ve 1985teki cinayetleri birbirine bağlayınca, soruşturma bir girdaba döner. Dizinin omurgası, şüphelilerin portrelerinde: Sardinyalı akrabalar Salvatore ve Francesco Vincinin aile içi ihanetleri, Piero Mucciarininin saplantılı tanıklığı ve nihayet Pietro Paccianinin grotesk figürü, her birini potansiyel bir canavar yapar. Toskananın idillik manzaraları – San Casciano kasabasının dar sokakları, ay ışığındaki tepeler – cinayet sahneleriyle tezat oluştururken, izleyiciyi hem büyülüyor hem ürkütüyor. Gerçekçi yeniden canlandırmalar, kurbanların son anlarını – heyecan dolu sevişmelerden ani şiddete geçişi – duygusal bir yoğunlukla betimlerken, polis arşivleri ve uzman röportajları, balistik kanıtların belirsizliğini ve Şeytan ayinleri teorilerini tartışıyor. Sollima, sadece katili avlamayı değil; İtalyanın o dönemki kültürel dönüşümünü – cinsel devrimden kırsal izolasyona – ve şiddetin toplumsal köklerini aydınlatmayı hedefliyor. Sonuçta, bu mini dizi bir whodunitten öte: Adaletin imkansızlığını, kurbanların unutulmuş hikayelerini ve güzel bir bölgenin kalbindeki karanlığı, gerilim dolu bir meditasyonla işleyen, akıldan çıkmayan bir eser.

Philadelphianın gölgeli sokaklarında, 1980lerin sonundan 1990lara uzanan bir mafya imparatorluğunun çöküşü, Mob War: Philadelphia vs. The Mafia belgeselinde epik bir trajedi olarak yeniden canlandırılıyor. Bu Netflix yapımı, Phillynin organize suç ailesinin en kanlı iç savaşını, gelenekçi lider John Stanfa ile reformist Joey Merlino arasındaki çatışmayı, arşiv görüntüleri, dramatik yeniden canlandırmalar ve samimi itiraflarla örüyor. Scarfo rejiminin FBI baskınlarıyla sarsılmasının ardından Stanfa, mafyayı temizlemek adına genç nesli ezmeye kalkar; ancak Merlino, sokak zekası ve medya cazibesiyle bir isyanı ateşler. 1993teki o meşum Ağustos günü, Stanfanın adamlarının Merlino ve Ciancagliniye düzenlediği pusuya kadar her şey fısıltılarla ilerler – ama bu saldırı, bir domino etkisi yaratır: Cinayetler zinciri başlar, Stanfanın ailesi hedef olur, sokaklar kurşun yağmuru altında kalır. Dizinin gücü, sadece olayların kronolojisinde değil; dönemin tanıklarında yatıyor – eski bir hitmanın pişmanlık dolu itirafları, FBI ajanlarının yorulmak bilmez kovalamacası ve gazetecilerin arka plandaki yolsuzlukları ifşa etmesi. Wiretaplerden duyulan küfürler, gizli toplantıların gerilimi ve Merlinonun Skinny Joey lakabıyla anılan şovmen kişiliği, izleyiciyi mafyanın hem korkunç hem de absürt yanına çekiyor. Üç bölüm boyunca, bu savaşın Philadelphia toplumuna verdiği yaraları – masum sivillerin korkusunu, ekonominin gölgesini – inceliyoruz; Stanfanın hapis hayatından Merlinonun günümüz podcastlerine geçişi ise, suçun döngüselliğini vurguluyor. Sonuçta, bu belgesel bir zafer öyküsü değil; aksine, güç uğruna dö

eşil Fener: The Animated Series, Hal Jordan liderliğindeki Yeşil Fener Birliği’nin galaksiyi koruma görevini anlatan etkileyici bir animasyon serisidir. Evrenin dört bir yanında kaosa yol açan düşmanlara karşı, Hal ve ekibi, yeşil yüzüklerin gücünü kullanarak zorlu mücadeleler verir. Dizi, özellikle ekip dinamikleri, Razer’in içsel çatışmaları ve Aya’nın yapay zeka olarak evrimi gibi unsurlarla dikkat çeker. Aksiyon dolu hikayesi ve evrensel temalarıyla, her yaştan izleyiciye hitap eden bir bilimkurgu destanıdır.

Channel 5in göz kamaştıran yeni dizisi The Forsytes, Galsworthynin klasik romanlarını Horsfieldın vizyonuyla yeniden canlandıran, Viktoryen İngilteresinde geçen zengin bir aile portresi. Forsyte ailesi, Londranın finans dünyasının efendileri olarak, Jolyon Sr. (Moyer) ve James (Davenport) kardeşlerin şirket başkanlığı için girdikleri savaşı merkeze alır; bu rekabet, aile bağlarını zehirlerken, genç neslin aşk maceralarını tetikler. Soames Forsyte (Orpin), Irene Herona (Gibson) karşı geliştirdiği obsesif tutkuyu evliliğe dönüştürür, ancak Irenein mesafesi onu kontrol deliliğine sürükler; buna paralel, Jolyon Jr. (Griffin), geleneklere başkaldıran bir ilişkiyle aile normlarını sarsar. Ann Forsyte (Annis) gibi güçlü kadın figürler, evlilikler ve miras üzerinden dönemin cinsiyet dinamiklerini yansıtırken, Louisa (Tomlinson) ve Frances (Middleton) gibi karakterler, bastırılmış tutkuları su yüzüne çıkarır. Altı bölümde, dizi aile yemeklerini, bahçe partilerini ve mahkeme sahnelerini, muhteşem set tasarımlarıyla işler: Bristol ve İtalyada çekilen görüntüler, dönemin lüksünü ve çelişkilerini yakalar. Horsfield, orijinal metni sadık kalarak günceller; sınıf ayrımcılığı, mülkiyet takıntısı ve duygusal fedakârlık temaları, her karakterin trajedisinde belirir. Susan Hampshireın cameo rolü, uyarlamalara nostaljik bir dokunuş katar; Tom Durant-Pritchardın Monty Dartie gibi yan rolleri ise komedi unsurları ekler. The Forsytes, Downton Abbeynin entrikalarını Poldarkın tutkusuyla birleştiren bir şaheser; izleyiciyi Viktoryen Londranın gaz lambalı sokaklarında gezdirirken, modern izleyicinin kalbine dokunan evrensel soruları sorar. 2025 sezonunda, görsel şöleni ve duygusal derinliğiyle unutulmaz bir yer edinecek.

The Ridge, Lauren Lyle ve Jay Ryanın başrollerini paylaştığı, BBC Scotland ve Sky New Zealandın iddialı ortak projesi; bir kadının Yeni Zelandadaki sığınma arayışının kabusa dönüşmesini anlatan, gotik unsurlarla zenginleştirilmiş bir drama. İskoç doktor Mia (Lyle), alkol ve uyuşturucu bağımlılığından kurtulmaya çalışan, profesyonel hayatını mahvetmiş bir kadın olarak, kız kardeşi Cassynin düğünü için Uzak Doğuya kaçar. Düğün heyecanı yerine, Cassynin dağcı kazasında öldüğü haberiyle karşılaşır ve cenaze için kasabaya yerleşir. Burada, Cassynin nişanlısı Ewanın (Ryan) ailesi ve yerel halk, Miaya yardımseverlik maskesi altında sırlarını saklar: Kasabanın ekonomik çöküşü, eski maden faciaları ve bastırılmış aile travmaları, Mianın araştırmalarını tetikler. Dizi, Mianın flashbacklerle dolu geçmişini –bir hastanın ameliyat sırasındaki ölümü– şimdiki zamanın sisli ormanlarıyla iç içe geçirerek, gerilimi adım adım yükseltir. Altı bölüm boyunca, Mianın şüphelere kapılması, yerel dedikodular ve doğaüstü ima eden rüyalar, izleyiciyi bir labirente sürükler. Sinner Films ve Great Southern Studiosun prodüksiyonu, Yeni Zelandanın büyüleyici manzaralarını İskoçyadaki stüdyo sahneleriyle ustalıkla birleştirirken, Lyleın duygusal derinliği ve Ryanın karizmatik gizemi, karakterleri ete kemiğe büründürür. The Ridge, bağımlılığın psikolojik yükünü, kültürel yabancılaşmayı ve adalet arayışını sorgulatan bir eser; her bölümdeki tempo, izleyeni soluksuz bırakır. Eleanor Cattonun romanlarına benzer bir atmosferle, kadın dayanışmasının ve ihanetinin katmanlarını açığa vuran bu dizi, 2025 sezonunun en sürükleyici gizemlerinden biri olarak, izleyiciyi hem korkutur hem büyüleyecek.

Yolsuzluk skandalıyla siyaset sahnesinden silinen eşi Peterın gölgesinden kurtulan Alicia Florrick, avukatlık kariyerine geri döner ve Lockhart/Gardner firmasında sıfırdan başlar. Cinayet davalarından siber suçlara, her hafta yeni bir hukuki savaşta zekasını konuşturan Alicia, oğlu ve kızıyla aile hayatını dengelemeye çalışır. Gizemli araştırmacı Kalindanın sırları, Willle tutkulu gerilimi ve politikacı eşinin dönüşüyle hayatı altüst olur. Mizah, dram ve gerçekçi mahkeme sahneleriyle örülü bu seri, bir kadının intikamını ve zaferini, Amerikan adalet sisteminin perde arkasıyla harmanlayarak anlatır.

Modern dünyadan Viktoryen bir paralel evrene ışınlanan Zhou Mingrui, Klein Moretti kimliğine bürünerek Lord of Mysteries yolunda ilk adımı atar. Beyin yakan Potion formülleri ve Acting Method ile güçlenen kahramanımız, Tarot Kulübünü kurarak müttefikler toplar: Falcı, Güneş ve Ölüm yollarından gelen tuhaf karakterler. Cinayetler, lanetli hazineler ve uyanan Eski Tanrılar arasında, Kleinın kimlik krizi ve kozmik komploları açığa çıkar. Buharlı makineler, okült ritüeller ve mizah dolu diyaloglarla bezeli bu fantastik seri, her bölümde yeni bir gizemi ve beklenmedik ittifakı sunar.

Evie ve Noanın samimi film kulübü, sıradan bir geceden unutulmaz bir maceraya dönüşür! Klasik filmler üzerinden kendi kalplerini keşfeden ikili, beklenmedik bir şekilde bir film festivaline katılır. Romantik gerilimler, eski sevgililerin dönüşü ve sinema salonunda geçen çılgın gecelerle dolu hikaye, dostluğun gücünü kutluyor.

2025in Seulünde, ikinci film sendromu yaşayan Oscarlı yönetmen Je Ha, tesadüfen tanıştığı kanser hastası oyuncu Da Eumun enerjisinden ilham alır. Birlikte çektikleri film, Da Eumun kalan günlerini bir başyapıta dönüştürürken, aralarındaki bağ derinleşir. Ölümün gölgesinde doğan bu romantizm, yaratıcılık, kayıp ve yeniden doğuşu işleyen dokunaklı bir drama. Mendil şart, ama sonunda gülümseten bir final!

Boston Blue, sevilen Blue Bloods serisinin spin-offu olarak, Danny Reaganı (Donnie Wahlberg) Bostona taşıyarak yeni bir sayfa açıyor. NYPDden ayrılan Danny, yaralı oğlu Seanı desteklemek amacıyla Boston PDye katılır ve Lena Silver (Sonequa Martin-Green) gibi zeki bir partnerle tanışır. Lena, efsanevi bir Baptist kilisesinin rahibi olan dedesi ve yargıç annesi Mae ile dolu bir aileden geliyor. Dizi, bir ihbarcının şüpheli ölümüyle başlayan cinayet soruşturmalarından, aile bağlarının test edildiği iç çatışmalara uzanan bir yolculukta ilerliyor. Jonah ve Seanın gençlik maceraları ile Reagan ve Silver ailelerinin kesişimi, haftalık vakaların yanı sıra uzun soluklu bir aile destanı yaratıyor. Gerilim, mizah ve Bostonın kültürel dokusunu harmanlayan bu yapım, polisiye severler için vazgeçilmez bir başlangıç sunuyor.

Doğum kıtlığının hüküm sürdüğü fütüristik Japonyada, çocuklar hem kıymetli hem de zincire vurulmuş gibi izleniyor. Yasaklanmış Noel Baba efsanesi, unutulmuş bir umut ışığı olarak kalmış. Kazushige Sanda adlı genç, ailesinin gizli mirasıyla yüzleşmek zorunda kalır: O, Noel Babanın torunu. Karlı bir Noel sabahı, sınıf arkadaşı Fuyumuranın saldırısı ve Arkadaşımı bul, Noel Baba! çığlığıyla başlayan macera, Sandayı bir avcıya dönüştürür. Kayıp Ononun izini sürerken, yetişkinlerin çocuklara kurduğu tuzakları bozmak için gizli güçlerini kullanmaya başlar. Dram, gizem ve aksiyonun iç içe geçtiği bu anime serisi, özgürlük mücadelesini fantastik bir lensle işleyerek izleyiciyi düşündürüyor ve heyecanlandırıyor.